21 Nisan 2011 Perşembe

İki Tokada Bile Gerek Kalmadan


Öğrendim ki, hayat insanı acılarla olgunlaştırır. Büyük dertler, büyük sıkıntılar ve doluca tecrübeler yaşamadan olgunlaşamaz insan. Boşuna değildir yani “Fincan Hikayesi”. Olgun insan, az konuşur, uzun uzun cümlelere pek de gerek duymaz aslında kendini anlatmak için. Bazen susmanın çok şey olduğunu çok iyi bilir. Olgun olmayan insansa, ne konuştuğunun, ne söylediğinin, kurduğu cümlelerin nerelere gittiğinin hiç farkında bile değildir aslında. Süslü, püslü, pek afilli cümleler kurmakla çok matah bir şey yaptığını zanneder, bilmez ki söz ağızdan çıkana kadar o söz insanın esiridir, ağızdan çıktıktan sonraysa insan sözün esiridir.
Yüz yüze bakıp, güvendim dediği, inandım dediği, kardeşim, dostum dediği insanı, bir anda nankör, sahtekar, yalancı, hain vb. sıfatlarla niteleyen insan benim için bir çocuktan farksızdır aslında, o yüzden pek de ciddiye almam söylediklerini. Çok büyük sevgiler, nasıl bir anda böylesi nefrete döner akıl sır erdiremem, ne yalan söyleyeyim erdirmek de istemem.
“Sarımsak Tarlası” hikayesini de bilen bilir. Çuvalında koyun cesediyle kapısına gitsen meğer kapıyı yüzüne çarpacağını öğrendiğinde o dostun, çok üzülürsün. İki tokat bile atmadan satılır kimi zaman koca sarımsak tarlası.
İşte okudukça okuduğum, kendimi bulduğum ve şiar edindiğim o iki hikaye:
Fincan Hikayesi
Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.
Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi:
Bana hayranlıkla baktığının farkındayım.
Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim.
Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.”Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın.
“Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:
“Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve; “Daha değil!” diye cevapladı beni.
“Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
“Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!”
Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:
“Henüz değil!”
“Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı.
Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu.
Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek”
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:
“Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!”
“Pencereden onun yüzünü görebiliyordum.
Hala gülümsüyor ve “Daha değil!” diyordu.
“Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.

“Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı.
Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.
“Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!” dedim.
Onun cevabı ise aynıydı: “Henüz değil!”

“Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı.
Korkudan ölecektim.
“Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!” diye bağırdım.

Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı.
“Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!” diye düşündüm.
Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine
“Daha değil!” diyordu.
Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.

“Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım,
hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum.
Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:

“Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?”
Ona “Evet” dedim.

Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum.
Aynaya tekrar tekrar baktım ve
“Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.”

“Evet, bu sensin!” dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.

Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.”

Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:
“Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…
Teşekkür ederim.”
Usta fincanı, Yaratıcı insanı şekillendirir.
Yeter ki acı da ki hikmeti görelim
Kahrın da hoş, lûtfun da hoş demesini bir öğrenebilsek.
Sait ÇAMLICA
Sarımsak Tarlası
“Genç adamın biri, dermiş babasına her gün;
''Benim de dostlarım var, sendeki dost gibi''
Baba itiraz eder;
''Olmaz öyle çok dost, hakikisi belki bir, belki iki. Fazlasını bulamazsın gerçek, hakiki''
Devam eder durur konuşma...Aralarında başlar bir tartışma. Karar verirler bir sınava. Dostun hakikisini anlamaya...Bir akşam bir koyun keserler ve koyarlar çuvala.
Baba der ki oğluna;
''Hadi al bu çuvalı, şimdi götür dostuna''
Çuvaldan kanlar damlamakta. Sanki öldürmüşler de bir adamı, koymuşlar çuvala. Dıştan böyle sanılmakta.
Delikanlı sırtlar çuvalı, gider en iyi bildiği dostuna. O dost bakarki bir çuval, hem de kanlı. Kapar hızla kapıyı delikanlının suratına. Almaz içeri arkadaşını. Böyelece tek tek dolaşır delikanlı, kendince tanıdığı, en iyi bildiği dostlarını. Ne çare! Sonuç hepsinde de aynıdır.
Evlat geriye döner. Ama içten yıkılır. Babasına dönerek;
''Haklıymışsın baba'' der: ''Dost yokmuş bu dünyada, ne sana, ne de bana''
Baba;
''Hayır evlat'' der: ''Benim bir dostum var bildiğim. Hadi al çuvalı da, bir kere de ona git''
Genç adam çuvalı sırtlar tekrar. Alnından ter, çuvaldan kanlar damlar...Gider baba dostuna. Kabul görür,sevinir.
O dost delikanlıyı alır hemen içeri. Geçerler arka bahçeye. Bir çukur kazarlar birlikte. Çuvaldaki koyunu gömerler adam diye. Üzerine serpiştirirler toprak. Belli olmasın iye dikerler sarımsak.
Genç adam gelir babasına;
''Baba işte dost buymuş'' diye konuşunca,
Babası;
''Daha erken, o belli olmaz daha. Sen yarın git ona, çıkart bir kavga. Atacaksın iki tokat hiç çekinmeden. İşte o zaman anlayacaksın, dostun hakikisini. Sonra gel olanları anlat bana...''
Genç adam aynen yapar babasının dediğini. Maksadı anlamaktır dostun hakikisini. Babasının dostuna istemeden basar iki tokadı!
Der ki tokadı yiyen DOST:
'' Git de söyle babana, biz satmayız sarımsak tarlasını böyle iki tokada!''
Alıntıdır.

2 yorum:

İkiz Annesi dedi ki...

Çok güzel iki hikaye okudum canım ikincisini biliyordum ama birincisini ilk defa senden duydum.O kadar anlamlı o kadar güzel ki döndüm bir kere daha okudum hepimiz biraz yanıyoruz pişmeye daha çok var..
Dost konusuna gelince o konuda ağzım çok fena yandı canım , dediğin gibi dostun iyisi de kötüsü de günü gelince belli ediyor kendini.

Minişin annesi dedi ki...

Düşüncelerinin hepsine katılıyorum. Ayrıca hikayeler harika onlardan çıkarılması gereken o kadar ders varki aslında.. Paylaşım için teşekkürler.